29 Kasım 2012 Perşembe

İşte Biz Böyleyiz - Bütün Dünya, 1950

Bütün Dünya dergisinin 1950 Eylül'ü, 32. sayısından, okuyucuların 'İşte Biz Böyleyiz' kısmına göndermiş oldukları hikayeler...


Yeni mezun olmuş genç doktorlardan bir grubu, Adana sıtma mücadele teşkilatına vermişler. İlk günlerde lokantada yemek yiyen doktorlar, sonraları daha temiz ve itinalı olur düşüncesi ile, yemekleri evde pişirmeğe karar vermişler. Sıra ile evde lazım olanı alıp getirirlermiş. İçlerinde küfürbazlığı ve kabalığı ile meşhur olan biri de Adana'ya geldikten sonra kibar olmaya karar vermiş.
Evin ihtiyaçlarının temin sırası kendine geldiği bir gün fırına gitmiş ve parayı uzatıp,
-Lütfen bana üç ekmek verir misin, deyince fırınca hayretle genç doktora,
-Vereeek, demiş. Ne yalvarıyon?

İstanbul, Ş. Demirel

Bu lise bitirme imtihanlarına giriyordum. Laleli'de okuyor, Çapa Lisesi'nde okuyordum. İmtihanların malum heyecanı, beni de bütün şiddetiyle sarmıştı. Derslerden sonra başka hiçbir şey düşünemez olmuştum.
16 Haziran sabahı, çok çekindiğim bir imtihanına yetişmek için aceleyle evden çıktım. Biraz daha çalışabilmek arzusu, beni geç bırakmıştı. Hemen bir taksiye atladım. Bir ara hızla giderken hatırıma yanımda para bulunup bulunmadığı geldi. Ceplerimi karıştırınca, yanımda az para olduğunu gördüm. Heyecandan yanıma para bile almamıştım. Ne yapacağımı şaşırdım, öyle ki imtihanımı da unutmuştum. O vaziyetteyken taksi mektebin kapısında durdu. Yüzüm kızararak bu durumumu şoföre anlattım. Yanımdaki, parayı verip verdiğim parayı zorla iade etti ve,
'Sakın böyle şeylere üzülüp de imtihanında şaşırmayasın a kardeşim. Bunlar hepimizin başından geçmiştir. Hem verdiğin paraları al yoksa darılırım, dönüşte lazım olur. Şunun üzüldüğü şeye bak, senden alacağım parayla ihya mı olacaktım sanki?' dedi ve, mütebessim otomobilini sürerek uzaklaştı. Eksoz dumanları arasında, taksinin numarasını güçlükle farkedebildim. Bana söylediği sözleri ne zaman hatırlasam, kalbim bu temiz ruh karşısında dolup boşalıyor. Yine aynı hislerle dolu, bu satırları yazarken değerli mecmuanız vasıtasiyle de 5818 numaralı taksinin asil şoförüne candan teşekkürlerimi bildirmeyi borç addederim efendim, hürmetlerimle.

İstanbul, A. Bayülken Oktay

Kore'deki savaşa iştirak edecek birliğe seçilmek üzere Kayseri'deki bir bölükten dört gönüllü seçiliyormuş. Komutan isteklilerin iki adım öne çıkması için emir verdiği zaman bütün bölük yekpare, bir duvar gibi iki adım ileri çıkmış ve hep birlikte şu uğultu yükselmiş,
-Emret komutanım!...

28 Kasım 2012 Çarşamba

İran'ın En Etkili 20 İsmi



Ayetullah Ali Hamaney - Dini Lider
Sözlerine değil, yaptıklarına dikket edin. İran'ın en kutsal adamı olarak görevi devralmadan önce bir pragmatist olarak ün yaptığından, iki rolünü bilikte yürütmeye çalışıyor. Bir yandan radikal nutuklar atıyor, öte yandan girdiği her tartışmada popüler tarafta yer alıyor..

Mahmud Ahmedinejad - Cumhurbaşkanı
İran'ın ikinci en güçlü adamı. Seçimlerde tekrar kazanması neredeyse kesin. Dini lider, onun yetkilerini hükümsüz kılma gücüne sahip. Ama Ahmedinejad ile karşı karşıya gelmekten kaçınıyor ve özellikle nükleer silah müzakerelerindeki performansından hoşnut olduğu söyleniyor.

Ayetullah Ali Ekber Rafsancani - Akıl Hocası
Eski cumhurbaşkanı, İran Uzmanlar Meclisi ve Düzenin Yararını Teşhis Konseyi başkanı. İşi İran parlementosu ve Muhafızlar Konseyi arasındaki tartışmaları çözmek. Humeyni'nin güvendiklerinden biri olarak rejimin bodrumundaki tüm iskeletlerden haberdar.

Muhammed Hatemi - Eski Cumhurbaşkanı
18 yıllık muhafazakar yönetimin ardından İranlılar, reformcuların 1997'deki acıklı zaferiyle sersemlemişti. Sonrasında yüksek vaatleri tutmasa da pek çok genç onu değişimin en güçlü umudu olarak görüyor. Bu yıl seçim yarışına girmemesi, gençlerin zoruna gitti.

Ayetullah Ahmed Cenneti - Anayasa Koruyucular Konseyi Cenneti
İslami devrimin muhafızlar konseyi tüm yasa taslaklarını kontrol eden ve kimin meclis ve başkanlık seçimlerine girip giremeyeceğine karar veren altı din adamı ve altı avukattan oluşan bir heyet. Konseyin 83 yaşındaki sekreteri, sıkı bir Ahmedinejad destekçisi.

Seyid Cevad Şahristani - Sistani'nin Temsilcisi
İran'da 30 yıllık politik İslam'a rağmen pek çok Şii, Irak'ta yaşayan büyük Ayetullah Ali El Sistani'yi dini liderleri olarak görüyor. Azimle apolitikliğini koruyan Şahristani, Sistani'nin hem damadı hem de İslami Cumhuriyet'teki temsilcisi.

Said Murtazavi - Tahran Başsavcısı
Düzinelerce gazeteci kapatan, gazeteci ve eylemcilere uzun hapis cezaları veren kişi. İnsan hakları örgütleri onu, sert sorgulama metodları kullanmakla suçluyor. Yakın zamanda, Gazze'de İsraillilerin işlediği suçlamaları incelemeleri için bie grup avukat atadı.

Ayetullah Mahmud Haşemi Şahrudi - Hakimler Heyeti Başkanı
Irak doğumlu. 1979'da ülkeden kaçmadan önce Saddam diktatörlüğüne karşı çıkan liderlerden biriydi. 1999'da Hamaney onu en yetkili yargıç seçtiğinden beri mahkeme reformlarında önemli ilerlemeler kaydetti. Ancak hala pek çok yargıç, onun yargı yetkisinin dışında kalıyor.

Mucteba Semere Haşemi - Kampanya Yöneticisi
Ahmedinejad'la çocukluk arkadaşı ve onun politik yükselişinin mimarı olan Samari'ye İran'ın Karl Rove'si deniyor. Kendini Ahmedinejad'ın tekrar seçilmesi kampanyasına tamamen adayabilmek için, yakın zamanda cumhurbaşkanlığındaki danışmanlık görevinden ayrıldı.

Mir Hüseyin Musavi - Eski Başbakan
Hakkında çok şey bilinmeyen bu sürpriz cumhurbaşkanı adayı herkes için muamma. Yaşlılar onu başbakan ve 1990'da Humeyni'nin yakın müttefiki olarak tanıyor. Ancak o son 20 yılını bina tasarımıyla geçirdi. Şimdilerde de genç seçmene kendini reformcu olarak tanıtarak destek bekliyor.

Ali Lacriani - Meclis Başkanı
Yasama meclisinin pragmatik lideri ve İran'ın nükleer konulardaki resmi müzakerecisi. Hamaney'e yakın duruyor. Ahmedinejad, Lacriani'yi 2005 cumhurbaşkanlığı yarışında yendi ve o zamandan beri ikisi arasındaki çekişme, kamuya açık bir gösteriye dönüştü.

General Muhammed Ali Caferi - Devrim Muhafızları Komutanı
Irak Savaşı sırasında gerilla yöntemlerinde uzmanlaştı. Pozisyonunu genç birlikler arasındaki popülaritesine ve olası Amerikan ve İsrail tehdidine karşı güncel eylem planlarına borçlu olduğu söyleniyor.

Muhammed Bagır Galibaf - Tahran Belediye Başkanı
Eski bir Devrim Muhafızları Komutanı ve Güvenlik Şefi. 2005'teki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde başarısız olunca Ahmedinejad'ın eski görevine geldi. Yandaşları onu Ahmedinejad'ın dağınıklığını topladığı için överken, 2013'te aynı şeyi İran için yapacağını umuyor.

Ayetullah Abbas Vaiz-Tabasi Kutsal Mülk'ün Yöneticisi
Ülkesinin muhtemelen tek başına en zengin kurumunun, yüzlerce şirketin, madenin, çiftliklerin sahibi olan Kutsal İmam Rıza Vakfı'nın idaresi onun ellerinde. Her yıl milyonlar, İran'daki Şii imamın türbesini ziyaret ediyor.

Ayetullah Muhammed Taki Mezbah Yazdi - Radikal Alim
İmam Humeyni Eğitim ve Araştırma Enstitüsü'nün tepeden inme yöneticisi olan bu alim, Kum'daki İslam öğretilerinin en sert çizgideki ve en sert yorumlayıcılarından. Öğrencileri, şehrin en zeki ve en politikleri sayılıyor.

Muhsin Rızai - Hamaney'in Danışmanı
Devrim Muhafızları'nın eski komutanı ve Düzenin Yararını Teşhis Konseyi Sekreteri. Dini Lider'in sadık danışmanı. Sofu bir gelenekçi fakat Cumhurbaşkanı'ndan daha pragmatist bir kişi. 12 Haziran'daki seçimlerde Ahmedinejad'ı yerinden etme peşinde.

Hüseyin Şeriatmadari - Gazete Editörü
Hamaney'in İran muhafazakar günlük gazetesi Kayhan'daki üst düzey adamı. Editör yazıları, özel haberleri ve (haz etmediği kamu figürlerinin karanlık yönlerini anlattığı) 'Saklı taraf' yazıları, istihbarat raporu ve ABD'nin Fox haber kanalının İran versiyonu arası bir şey.

BBC İran Servisi - Yasadışı Televizyon Ağı
Çanak anten yasağına rağmen, İranlılar güvenebilecekleri haberleri duymak istiyor, devlet televizyonunu değil. Bazılarına göre Amerika'nın Sesi radyosu, fazlasıyla Washington yanlısı. 2009'un başından beri pek çok insan BBC ve Farnaz Gazizade gibi sunuculara yönlendi.

Adel Ferdosipour - Spor Programı Sunucusu
Ülkenin en popüler televizyon sunucusu. Geçenlerde haftalık programında kendilerini eleştirdiği için kızan spor yöneticileri onu işinden etmeye çalıştı. Telefon mesajı yollayan üç milyondan fazla hayranı, programın yayından kaldırılmasını engelledi.

Mehran Modiri - Toplumsal Hicivci
20 yıldır mücadele alanlarını kendi seçiyor, bugün onun komedi programları kanal yönetiminin önüne geçemeyeceği kadar çok izleyiciye sahip ve İran'ın günlük yaşamını belirliyor. Reform yanlısı politikacılar onun kadar takdir görmek için kıvranıyor, o ise işini yapmaya devam ediyor..

Newsweek Türkiye, 2009



General Harbord'un Anadolu Notları


ABD Başkanı Wilson'un em­riyle General James G. Harbord başkanlığında oluşturulan bu in­celeme heyetinin asıl amacı Er­menistan üzerinde güdüm kurma olanaklarının araştırılmasıydı. Heyet, Ermenilerin Anadolu ve Kafkasya'daki gerçek durumunu yerinde inceleyerek “Amerikan mandasında bir Ermenistan” kur­manın altyapısını araştıracaktı. Ama aynı zamanda İstanbul ve Türkiye üzerinde bir manda yö­netimi tesis etmenin de mümkün olup olmadığını rapor edecekti.
Heyetin kadrosu geniş tutul­muştu. 15'i asker, 31'i sivil, 46 kişiden kurulan Amerikan heyeti, Fransa' daki Amerikan Kuvvetleri mensupları ve Amerikan Yardım Teşkilatı'ndan alınan uzman personelden oluşuyordu.
General Harbord’ un heyetin oluşturulması aşamasındaki tüm tarafsız olma gayretine karşın Amerikan yönetimi, 2’ si subay ve 3'ü sivil 5 Ermeni personeli de heyete sokmuştu. Ancak General Harbord'un bu konudaki taraf­sızlığının ilk işareti Robert Ko­lej'de tarih öğretmenliği yapan Hüseyin Bey (Pektaş) başta ol­mak üzere, Türk tercümanlara görev vermesinden anlaşılıyordu.
General Harbord’ un heyeti 24 Ağustos 1919'da Amerikan donanmasına ait Martha Was­hington gemisi ile Fransa'nın Brest limanından hareket etti.
2 Eylül'de İstanbul'a ulaşan Amerikan heyeti 7 Eylül de Hay­darpaşa'dan trenle Adana'ya doğru yola çıktı. Mustafa Kemal İstanbul'daki Kuvayı Milliye’ci­lerden hareket haberini almıştı. Hemen General Harbord'la heyetinin güvenliği ve iyi karşılanma­ları konusunda bir tamim yayım­ladı.
Mustafa Kemal’in ABD heyetine ilişkin tamimi
Erzurum Vilayeti
Hususi 685
1. Amerikalı General Harbord, Mardin, Diyarbekir, Harput ve Malatya, Sivas, Erzincan ve Erzurum üzerinden Anadolu'ya seyahate başlamıştır. Heyetten bir binbaşı ve bir yüzbaşı bugün Sivas'a geldi. General'in Sivas'a ulaşmasına kadar, yolu ve hali keşfetmek üzere, Erzincan'a gidip tekrar General ile buluşmak üzere Sivas'a döneceklerdir. Gerek askeri kumandanlar, gerekse mülkiye memurlarının ve özellikle eşraf ve milli cemiyetler tarafından iyi bir surette kabul edilmesi, kolaylık gösterilmesi ve memleketimiz ve milli cereyanlar hakkında doğru kanaatler edinmesi açısından son derece önem verilmesi rica olunur.
2. Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri Heyeti Merkeziyeleri'nin haberdar edilmesi istirham olunur.

Heyet-i Temsiliye namına
Mustafa Kemal
Konya üzerinden Adana Tarsus, Mardin ve Malatya'ya giden heyet 20 Eylül'de Sivas'a geldi.
General Harbord aynı gün Mustafa Kemal'le iki saati aşkın bir görüşme yaptı. Anılarında o günü öyle anlatır:
”Tercümanımız Hüseyin Bey aracılığıyla söze ben başladım ve Milli Mücadele taraftarlarının amaçları, durum ve tutumları hakkında dış dünya­ya endişe verici haberler yayılmış olduğundan bu konuda bize gerçek bilgi verilmesini istedim. Ce­vapları gayet açık ve akarsu gi­biydi. Tercüman yoluyla olayla­rı ve gerçekleri, düzenli ve açıkla­malı anlatıyor, kendini zapt et­mekte büyük güçlük çektiği asabi halinden ve elinde tuttuğu güzel tespihi durmadan çekmesinden belli oluyordu. Fakat sonradan öğrendim ki, bir müddet önce sıt­maya yakalanmış ve bizimle gö­rüştüğü sırada sıtma nöbeti için­deymiş.”
General Harbord ile Mustafa Kemal'in görüşmesi sonucunda Amerikan heyeti Milli Mücade­le'yi başlatan ekibin bu konudaki kararlılığına şahit oldu.
Harbord bu noktayı şöyle de­ğerlendirir:
“Manda hakkındaki fikirleri bizimki gibi değil, onlar bunu yalnız, bir büyük kardeşin nasi­hati ve yardımı gibi düşünüyor­lar. İç idareye ve dış ilişkilere hiç müdahale etmemek üzere hafif bir ağabeylik hâkimliğini tanı­mak istiyorlar... Mustafa Kemal Paşa, eğer Barış Konferansı impa­ratorluğu parçalamaya çalışmak­ta ısrar ederse, bu zilleti asla ka­bul etmeyip milli şeref uğruna öl­meyi tercih ederek karşı duracak­larını söyledi. Bu görüşme son derece ilgi çekici oldu. Şunu söy­lemek zorundayım ki, bu görüş­menin sonucu olarak bende, Mustafa Kemal Paşa ve yakın ar­kadaşlarının gerçek vatansever oldukları intibaı hâsıl oldu. Anla­şılıyor ki, Türkiye sorununu hal­letmek için milli mücadelecileri hesaba katmak gerekiyor.”
Harbord Heyeti, Türki­ye'den ayrıldıktan sonra vardığı sonuçları bir rapor halinde ABD'de Kongre'ye sundu. Mus­tafa Kemal Paşa, Harbord'a, ra­pora eklenmek üzere, Kuvayı Milliye hareketinin amacını, teşkilat yapısını ve Ermeniler, Ame­rikan yardımı ve Bolşevizm ile il­gili görüşleri içeren bir de muhtı­ra gönderdi.
Harbord'ın raporu ise ülkeyi ziyaret eden birçok batılı gözlem­ciden çok daha tarafsızdı. Rapor- da,“Türkler ile Ermenilerin barış içinde yüzyıllarca yan yana yaşa­dıkları, tehcir sırasında Türklerin de Ermeniler kadar acı çektikleri, Türk köylerinin yakıldığı, savaşa giden Türk köylülerinden en çok yüzde 20'sinin geri dönebildiği, I. Dünya Savaşı’nın başlangıcında Ermenilerin “Türkiye Ermenistan’ı” denilen bölgelerde hiçbir za­man çoğunlukta olmadıkları, Ku­vayı Milliye’nin bölgede etkin bir güç haline geldiği belirlenmiştir” denildi.
ABD Kongresi bu rapor üze­rine, Nisan 1920 de, Ermenis­tan'a mandater olunmasını red­detti.

Kaynak:  Kansu ŞARMAN – Popüler Tarih Dergisi / 16.Sayı / Aralık 2001



'Azerbaycan, Petrolü Bitince Kurtulacak'

Otuzlarının başındaki Azeri yazar Ali Ekber Aliyev, üç ay önce yayımlanan ve Dağlık Karabağ savaşı fonunda Azeri ve Ermeni iki gencin eşcinsel aşkını anlattığı 'Artuş ve Zaur' romanıyla iki ülkede sert tepki çekti. Azerbaycan'da kitap 150 adet satmışken mahkeme kararı olmadan toplatılıp yasaklandı. İşin garibi, Azeri ve Ermenilerin en çok tartıştığı konu Artuş ve Zaur ilişkisinde kimin 'üstte' olduğuydu. Roman, yıl sonunda 'altı' dilde basılacak. Alivey, Mustafa Alkan'ın sorularını yanıtladı.

Sizin için, Azerbaycan'ın Orhan Pamuk'u diyorlar..
Sırf romanım ortalığı karıştırdı diye Orhan Pamuk'la kıyaslanmak saçma. General olmayı hedeflemeyen asker, kötü askerdir. Elbette Pamuk düzeyinde bir yazar olmak isterim, ama henüz yolun başındayım.

Sorun, eşcinsel aşk mıydı?
Büyük çoğunluğu Müslüman olan Azerbaycan'da, homofobinin dozu, Ermenistan'a kıyasla daha az. Zannediyorum, bunun nedeni Azerbaycan'ın fazlasıyla Pers kültürüyle yoğrulmuş olması. Oğlancılık, Pers kültürünün vazgeçilmez öğesi. Roman, Ermenistan meclisinde 'Eşcinsellere ne yapmalı?' gibi ilkel bir tartışmaya neden oldu. Ülkenin en önemli gazetelerinden 'Novoye Vremya' ise beni 'Hasta Azeri'nin bestselleri' diye manşete çıkardı. Makaleyi yazan, Ermenistan'da homoseksüelliğin olmadığını, bu tür sapkınlıkların yalnızca 'Azerbaycan'da olabileceğini belirtiyordu..

Azeri-Ermeni sorunu çözülür mü?
Sorun, sadece iki devletin masaya oturmasıyla, siyasi iradeyle çözülür. Ama her ikisi de, özellikle Ermenistan, bağımsız değil. Rusya ne derse o olur. Güney Kafkasya hasta bir coğrafya. Petrol ve gaz bu hastanın serumu. Bu serum da çekilince, maskeler düşecek. O zaman göreceksiniz ihtişamın arkasında gizlenen sefaleti. Ülkem adına bir an önce doğalgaz zenginliklerinin tükenmesini istiyorum. Aksi taktirde hızla Araplaşmaya, otoriterleşmeye devam edeceğiz. Tek kurtuluşumuz, petrol ve gaz boru hatlarının boşalması.

Türkiye sorunu çözebilir mi?
Ermenistan-Türkiye yakınlaşması, Erivan Karabağ'dan vazgeçse bile imkansız. Rusya buna izin vermez.

Newsweek Türkiye, 31 Mayıs, 7 Haziran 2009

Troçki Suikasti

Troçki’nin çalışma odasındaydılar. Troçki, Frank Jackson’un okuması için verdiği yazıyı eline almış, göz gezdirmeye başlamıştı. Genç İspanyol, trençkotunun arasından çıkardığı buz baltasını birden eski devrimcinin başına indiriverdi. Troçki, baltayı ikinci kez indirmesine fırsat bırakmadan yerinden sıçrayıp olanca gücüyle Jackson’un bileğini tuttu. Ve bu beklenmedik savunanın onu sendeletmesinden yararlanarak yandaki odaya geçti. Kapıda durdu, aldığı öldürücü yaranın etkisi altında bir çığlık attı. Eşi Nathalia ile muhafızlar koşuştular. Yan odaya doluşan muhafızlar suikastçının üzerine atılıp ellerindeki silahların dipçiğiyle vurdular, vurdular… Dışarıda beklemekte olan polisler de yetişti. İki yaralı, Troçki ile suikastçı Jackson, hastaneye kaldırıldılar. Troçki çok yaşamadı; 25 saat sonra öldü. Doktorlar beyin zarının geniş ölçüde zedelendiğini açıkladılar. Amerikalı Troçkistler, onun ABD’de toprağa verilmesini istiyorlardı. Bu istek uygun görülmedi. Meksiko kentinde bekletilen cenazesi başında, arkadaşları ve işçi temsilcileri nöbet tuttular. 300 bin kişi saygı duruşunda bulundu. Jackson, iki yıldır, Troçki’nin eski sekreterlerinden ve güvendiği kişilerden biri olan Sylvia Agelof’la nişanlıydı. Yoksa, Meksiko’nun 10-15 kilometre ilerisindeki, polisin ve özel muhafızların beklediği bu kale gibi eve adımını bile atamazdı. Daha önce hep Troçkist çevrelerle yakın ilişkiler içerisinde bulunan nişanlısı Sylvia ile birlikte gelmişti. Olay günü de (20 Ağustos 1940) içeriye girince Slyvia’yla burada buluşacaklarını ve birlikte New York’a gideceklerini, “veda ziyareti”ne geldiklerini söylemişti. Sonradan eşi Nathalia’nın anlattığına göre, Jackson geldiğinde Troçki tavşanlarına yiyecek veriyordu. Bu uğraşının yarıda kesilmesine canı sıkılmıştı. Yine de aldırmamış; Jackson’un son makalesini gözden geçirme önerisini kabul edip onunla birlikte çalışma odasına girmişti. İki üç dakika sonra da olanlar olmuştu… Meksika’daki ikinci saldırı amacına ulaşmış ve Troçki öldürülmüştü. 24-25 Mayıs’ta düzenlenen ilk suikast girişiminin üzerinden üç aylık bir süre bile geçmemişti. Troçki Kimdir? 1879′da Ukrayna’da doğan Troçki’nin asıl adı, Lev Davidoviç Bronstein’dı. Orta halli bir Yahudi ailesinden gelen Troçki, Odessa’da hukuk okumuş ve Rus devrimcilerine katılmıştı. 1898′de tutuklanmış ve Sibirya’ya sürülmüştü. Londra’ya kaçtıktan sonra burada Lenin ve Plehanov’la dostluk kurarak İsviçre ve Paris’te geçen yılların ardından, New York’a giderek Noviy Mir (Yeni Dünya) dergisini çıkardı. 1917′de ülkesine dönerek Ekim Devrimi’nde Lenin’le birlikte Sovyetler’in önderleri arasında yer almış, iç savaş sırasında Savaş Komiseri olarak Kızılordu’yu kurmuştu. Devrim öncesinde, 1917 Devrimi sırasında ve sonrasında önemli görevler üstlendi Aynı zamanda eserlerinde, “sürekli devrim”i öngören ve Troçkizm olarak anılan Marksist kuramı geliştirip savundu. Devrimin önderleri arasında çıkan anlaşmazlıkların ve bir takım gelişmelerin ardından Troçki, Komünist Partisi’nden çıkarıldı. 1928′de Kazakistan’a (Alma Ata’ya) sürgün edildi. Ocak 1929′da Sovyetler Birliği’nden kovuldu. Türk hükümeti tarafından kabul edilerek Büyükada’ya yerleşen Troçki, 1933′te Fransa’ya girme izni aldı. Burada Dördüncü Enternasyonal’i kurmaya çalıştı, 1935′te Norveç’e gitmek zorunda kaldı. Sovyetler Birliği’nin baskısı sonucu orada da sürekli oturamayıp 1936′da Meksika’ya gitmek zorunda kalmıştı. Eski komünist muhalefet önderleri, 1936-38′de yokluklarında ünlü “Moskova Duruşmaları”nda yargılandılar ve hain ilan edildiler. Sonradan Troçki’ye ve öteki önderlere yöneltilen suçlamaların gerçekdışı, bunların dayanağı olarak gösterilen belgelerin de düzmece olduğu anlaşılacaktı. 

Troçki’ye İlk Suikast Girişimi Troçki, Meksika’nın başkenti Meksiko’da yaşamaya karar vermişti ama Stalin’in kendisini dünyanın öteki ucunda bile buldurup öldürtmeye çalışacağını da tahmin etmişti. Bu yüzden, kentin 10-15 kilometre ötesindeki banliyö bölgesi Coyoacan’da, Morelos Caddesi’ndeki son evi satın aldı. Şato görünüşündeki bu harap evin dört yanına yüksek duvarlar çevrildi; belli aralıklarla da makineli tüfekli koruyucuların nöbet tutacağı gözetleme kuleleri yapıldı. Kapı çeliktendi ve küçük bir gözetleme penceresi vardı. Duvarların çevresi elektrik verilmiş tellerle çevrilmişti. Ayrıca, dokunulduğu anda evdeki muhafızları ve dışarıda bekleyen polisleri harekete geçirecek bir alarm düzeneği konulmuştu. Bunca önlem Meksiko’nun kimi çevrelerinde alay konusu olmuştu; Troçki’nin “suikast hastalığına tutulduğu” söyleniyordu. Haklı olduğu, makineli tüfeklerin kullanıldığı ilk suikast girişiminde anlaşılacaktı. İlk suikast girişimini ise Nathalia Troçki şöyle anlatıyordu: Gece yarısı çok yakından gelen silah sesleriyle uyandım. Lev de uyanmıştı. Kulağına eğildim, ‘içeriye ateş ediliyor’ dedim. Yataktan yavaşça döşemenin üzerine indik. Bahçede, evin her yanında şimşeği andıran parıltılar vardı. Silah sesleri gecenin sessizliğini yırtıyordu. Kapının eşiği önünde, sürekli hareket içinde bulunan, yüzüne gölgelerin ve silahların ateşleri yansıyan üniformalı hır adam vardı. Biz, birbirimize sarılarak odanın bir köşesine büzülmüş, hareketsiz duruyorduk. Bir ara Lev’i kurşunlardan korumak için doğruldum, o beni hemen yere çekti. Makineli tüfeğin parıltıları ve sesi uzun süre kesilmedi. Sonra birdenbire her şey derin bir sessizliğe gömüldü. Torunumuzun kaçırıldığını, dostlarımızın öldürüldüğünü düşündüm. Lev’i de öldürmeye gelecekler diye beklemeye başladım. Olaydan sonra evin her yanında kurşunlar bulunmuştu. Kurşun izleriyle duvarlar delik deşikti. En fazla kurşun da Troçkiler’in yatak odasına, özellikle de yataklarına, yorganlarına atılmıştı. Hem çalışma odasına açılan kapıdan, hem de tuvalet penceresinden çapraz ateş açıldığı anlaşılıyordu. Troçkiler’in kurtuluşu adeta bir ‘mucize’ydi. Bu arada yanlarında kalan 12 yaşındaki torunları Sieva ayağından yaralanmıştı. Suikastçılar bununla da yetinmemişler, giderlerken bir yangın bombası atmışlardı. Bu bomba, evin önündeki çimenliğin yarısının yanmasına yol açmıştı. Meçhul suikastçılar polis üniforması giyerek gelmişlerdi. Biri binbaşı, biri yüzbaşı rütbesindeydi. Evi bekleyen polislerle muhafızlara denetim amacıyla geldiklerini söylemişlerdi. Sonra silahlarını alıp ağızlarını tıkamışlar ve sımsıkı bağlamışlardı. Stalin, Belgelerin Peşinde Troçki, sabahleyin gelen polis şefine verdiği ifadede, gelenlerin hem kendisini öldürmek hem de evi yakmak istediklerini söylemişti. Evi suç kanıtlarını yok etmek için mi yakmak istediklerini soran polise şunları anlatmıştı: Olabilir. Ancak asıl amaçlan, sanıyorum arşivimi ve gizli belgelerimi yok etmekti. GPU (Stalin’in gizli polisi) son zamanlarda nasıl bir uğraşı içinde olduğumu biliyordu. (Troçki, Stalin’in yaşam öyküsünü yazıyor ve geçmişini çok iyi bildiği eski dostunun gerçek yüzünü belgelere dayanarak ortaya koymayı amaçlıyordu.) Norveç’te de benim evde bulunmadığım bir sırada evime girip belgeleri çalma girişiminde bulunmuşlardı. Daha sonra Fransa’da, Toplumsal Tarih Enstitüsü’ne büyük önem taşıyan çok sayıda fişler, belgeler bırakmıştım. Bir gece enstitünün çelik kapısını kesip girdiler ve oradan, içinde benim bıraktığım belgeler de bulunan 66 kilo ağırlığında belge çaldılar. Troçki’nin Frank Jackson diye bilinen katilinin üzerinden çıkan kimlik, Brükselli bir aileden 1904’te Tahran’da doğmuş Jacques Mornard Vandendresched’e aitti. Katil, babasının Tahran’da Belçika hükümeti temsilcisi olduğu sırada doğduğunu, Paris’te gazetecilik öğrenimi yaptığını, o sırada Troçkist olduğunu söylüyordu. Dördüncü Enternasyonal’in bir üyesinin kendisini, Troçki’yle tanışmak üzere -para ve sahte kimlik sağlayarak- Meksika’ya yolladığını da öne sürüyordu. Dediğine bakılırsa, Troçki’yle tanışınca, onun işçi sınıfı için savaşım veren bir sosyalist değil, intikam tutkusuna kapılmış bir ihtiyar olduğunun ayırdına varmıştı. Ve ekliyordu: “Troçki, beni Sovyetler Birliği’ne göndermek istedi. Kızılordu üzerinde olumsuz etkiler yapacak ve fabrikalara sabotajlar düzenleyecek bir örgüt kurmamda ısrar ediyordu.” İlk sorgusu hastanede yapılan, olay sırasında Troçki’nin muhafızlarınca hırpalandığı için bir gözü hâlâ kapalı olan katil, üzerindeki Frank Jackson adına düzenlenmiş pasaportun sahte olduğunu kabul etti. Ama başka konularda doğruyu söylemiyor, fazla sıkıştırılınca “hatırlamıyorum” diyordu. Soruşturmanın sonucuna, daha doğrusu Troçki’nin sekreterlerinin kayıtlarına göre, Jackson ya da Jacques Mornard, Troçki’nin evine ilk kez evin silahla taranmasından dört gün sonra gelmişti. Bunu kısa süreli üç görüşme izlemişti. Bu, Troçki’nin onu yeteri kadar tanımadığının, dolayısıyla kendisine Sovyetler Birliği’ne gitmesini ve orada sabotajlar yapmasını isteyecek kadar güvenmediğinin bir kanıtıydı. Ancak, Jackson’un gerçek kimliğine ve kimlerle bağlantılı olduğuna ilişkin bir ipucu ele geçirilemiyordu. Rus Pilotun Tanıklığı Bir ay sonra, bir berber dükkanında müşterilerden biri, eski bir Rus pilotu, Jackson’u eski arkadaşlarından Salvator Tarkov’a benzettiğini söyledi. Tarkov da Rus idi ve uzun süre Meksika’da şoförlük yapmıştı. Bu tanık, tutuklu bulunan Jackson’la yüzleştirildi. Rus pilotu, onu ‘teşhis’ ettiğini ve Tarkov’un ta kendisi olduğunu söyledi. Jackson ise onu hiç tanımadığını öne sürdü. 16 Nisan 194.3’te mahkeme, Jackson’a Meksika ceza yasasının öngördüğü en ağır cezayı (idam cezası kaldırılmıştı; yetkililer kimi mahkumları Tres Marias adasındaki korkunç hapishaneye göndererek ‘ağırlaştırılmış hapis cezası uyguluyorlardı) verdi: Yirmi yıl hapis… Jackson hapishanede cezasını çekerken dış dünya onunla ilgilenmeyi sürdürüyordu. Özellikle de gerçek kimliği merak ediliyordu. Meksika hükümetinin görevlendirdiği ünlü krimonolog Dr. Quiroz uzun yıllar bir dedektif gibi çalışmıştı. 1950′de Paris’te toplanan Dünya Kriminoloji Kongresi’nde bir İspanyol meslektaşına Jackson’un parmak izini ve hakkındaki bilgileri aktardı. Ve sonunda Madrid Kriminolojik Araştırmalar Laboratuvarı Müdürü, katilin resmine ve parmak izlerine ulaştı: Bu kişinin adı Jaime Ramon Mercader del Rio Hernandez idi. 1935’te Genç Komünistler Örgütü ’nün düzenlediği gizli bir toplantıda yakalanmış ve polis kayıtlarına geçmişti! Araştırma sürdürülünce, Ramon Mercader’in annesi Caridad’ın da 1930’da İspanya’da gizli bir komünist ajanı olarak çalıştığı anlaşıldı. Caridad 1932’de Moskova’ya gitmiş, gizli polis örgütü GPU’dan eğitim almıştı. 1936 yılında İspanya’da iç savaş başlayınca, Mercader’le annesi komünistler safında çalışmışlardı. Savaşta Mercader boynundan yaralanmıştı. 1937’de Moskova’ya gitmişti. Troçki’nin öldürülmesi görevinin kendisine orada verildiği ve Meksika’ya gönderildiği tahmin ediliyordu. Suikasttan sonra annesine Moskova’da ‘Lenin Nişanı’ verildiği de öne sürülüyordu. Caridad, oğluyla ilgilenmek üzere Meksika’ya geldiyse de, kendisiyle görüşemedi bile… Fransa’ya dönerek oğlunun ceza süresinin bitmesini bekledi. Ramon Mercader, 13 Mayıs 1960’ta tahliye edildi. Hapisten çıkar çıkmaz da uçağa binip Moskova’ya (belki önce Çekoslovakya’ya) gitti ve orada yerleşti. O gün kendisini arayan gazetecilere annesi, “Konuşmamam gerekiyor” demişti. Troçki’nin Stalin tarafından verilen emirle öldürüldüğü, Sovyetler Birliği’nde “Glasnost” rüzgârlarının esmeye başladığı 1985’ten sonra resmen açıklanacaktı! Kaynak: Alpay Kabacalı, Popüler Tarih, sayı 25

27 Kasım 2012 Salı

Napolyon'un Büyük Bozgunu

Tarih, 22 Haziran 1941. Hitler'in tankları, Rusların şaşkın bakışları arasında Baltık ile Karadeniz arasında taarruza geçiyor. Berlin'de ise büyük bir sessizlik var. Kimse Polonya veya Fransa seferinin başlangıcındaki gibi coşkulu değil. Herkes Napolyon'un büyük ordusunu yutmuş olan uçsuz bucaksız Rus steplerini düşünüyor. Ya hızlı bir zafer, ya da kimsenin düşünmek istemediği kara kış. Hitler , işin yazın biteceğinden o kadar emin ki, tasarlanan işgal birlikleri haricinde, askerlerine kışlık giysi bile hazırlatmıyor.
Tarih 22 Haziran 1812. Napolyon, Rusya'ya harp ilan ediyor. Ertesi gün, Niemen'i geçip Rusya'ya girecek. O da tedirgindi değişkenlerini hesaplayamadığı bu büyük maceraya adım atarken.. Ordusunun önünde, nehrin kıyısını keşfederken atı tökezledi, düştü.. Kötü işaret! 'Bir Romalı olsaydı, geri dönerdi' diye mırıldanıyor etrafındakiler.
Napolyon da, Hitler de kendilerini Rusya'ya saldırmak zorunda hissediyorlar. Avrupa'ya hakim olan her güç, önünde İngiltere'yi buluyor. İngiltere ise, diğerini yükselen güce karşı kullanıyor. Konu Rusya'ya  gelince, 'Rusya'yı dize getirirsek İngiltere'nin umudu kalmaz' diye düşünüyor diktatörler. Ama Avrupa'nın zengin ovalarında, bakımlı yollarında ve ılıman ikliminde kazanılan zaferler, burda kazanılamıyor..
Napolyon Rusya'ya girerken, sınırlarda yapılacak muhaberelerle, Rus ordusunu imha edip Çar Alexander'a boyun eğdirmeyi umuyor. Ancak Ruslar çekiliyor. Napolyon'un savaş makinesi karşısında durmak kolay değil. Üstelik Rusya'nın, Grand Armee'nin (Büyük Ordu) Avrupa'nın tüm ülkelerinden bir günde toplanmış 618 bin askerine karşı, ilk günlerde savaşa sokabileceği yalnızca 183 bin askeri var. Yeni birliklerin katılması uzuyor. O halde Ruslar, şimdi Fransızları yıpratarak zaman kazanma peşindeler.
Rusya'nın fakir topraklarında, tek bir dam görmeden günlerde at sürülüyor. Bazen uzakta birkaç Kazak süvarisi görülüyor, Napolyon umutlanıyor. Ama Rusları bir türlü sıkıştıramıyor.. Bu arada, ikmal katarları uçsuz bucaksız ovalarda kaybolup gidiyor. Ordu giderek aç kalıyor, arabalar ve atlar, daha Polonya'yı geçerken yıpranmış. Askerler, birkaç patates, atlarına bir avuç yem için yayılıyor.Ama hiçbir şey bulamıyorlar, zaten fakir olan topraklarda hiçbir şey bırakılmamış. Ham arpa yiyen atların da çoğu ölüyor. 'Büyük Ordu' Rusya'ya girdikten sonra, ilk 100 kilometrede dağılmaya başlıyor. Bu, ileride Hitler'in de başına gelecek olan 'scorched earth', yani yanmış toprak politikası. Düşmana, bırakılan topraklarda işine yarayacak tek bir arpa tanesi bile bırakılmayacak!
Napolyon, Rusların savaşmadan bırakmayacağını düşündüğü Vitebsk'e girerken Temmuzun 28'i olmuştu, aç bir sürüngen gibi kıvrıla kıvrıla ilerleyen Büyük Ordu, daha tek bir muhabereye girmeden arkasında binlerce ölü ve hasta bırakmıştı. 10 Ağustosa kadar Napolyon Vitebsk'ta kaldı, sonra doğuya yöneldiler.
16 Ağustosta Smolensk'in kubbelerini gördüler. Napolyon umutlanmıştı, derhal kentin surlarına hücum emri verdi.. Sonuç başarısızlıktı.
Napolyon, Smolensk'den geri dönüp seferi erteleyebilirdi, ama Moskova'ya doğru ilerlemeyi tercih etti. 7 Eylül günü, Moskova'ya 120 kilometre mesafedeki Borodino'da toplar gürlemeye başladı. Ruslar saflarını sıklaştırmışlardı çabuk dağılmıyorlardı. Napolyon'sa eski Napolyon değildi.. Seri çözümler üretemiyordu. İki taraf da, tükeninceye kadar çarpıştı, 40 bin kayıp vermiş olan Büyük Ordu, ertesi sabahı yaralılarının iniltileri ile beklerken, ertesi sabah Ruslar yine çekildi. Napolyon, zaferi sahiplenme şansı yakaladı.
14 Eylül günü, artık sadece 100 bin kişilik Büyük Ordu, Kremlin'in kubbelerini görünce, kara görmüş denizciler gibi bağırdı..Napolyon, birinin gelip kendin anahtarını kendisine vermesini bekliyordu, kimse gelmedi. Süvariler şehre girdi, kentte kimse yoktu!
Ertesi gece, kundaklanmış olan kent yanmaya başladı, Napolyon canını zor kurtardı! Dönüş kararı alınan Ekim ortasında, ilk kar yağmıştı bile..

Popüler Tarih Dergisi, Eylül 2002

10 Soruda Kanuni Dönemi


1-Kanuni hangi şartlarda tahta geçti?

Kanuni, kendinden önce hiçbir padişahın sahip olmadığı avantajlarla Osmanlı tahtına çıktı. Babası I. Selim, II. Bayezid döneminde imparatorluğu tehdit eden Safevi tehlikesini ortadan kaldırmış, Memluklu devletini ilhak ederen güney sınırlarını güvence altına almıştı. Ayrıca Mısır'ın fethiyle de önemli bir gelir kaynağına kavuşulmuştu. Doğu meselesini halleden Yavuz, Avrupa'ya karşı bir sefere çıkmak için büyük bir donanmaya sahip olunması gerektiğinin bilincindeydi ve sağlığında bunun altyapısını hazırlamıştı. 30 Eylül 1520'de, 'I. Süleyman, tek erkek çocuk olarak taht mücadelesine girmeden, zengin ve güçlü Osmanlı İmparatorluğu'nun başına geçti.

2-Kanuni'nin ilk icraatleri ne oldu?

I. Süleyman, 30 Eylül 1520'de tahta geçtiğinde, ilk icraat olarak babasının sert icraatleri sebebiyle mağdur olanların durumunu düzeltmiştir. I. Selim'in Tebriz ve Kahire'den zorla getirttiği sanatkarlardan, isteyenlerin memleketlerine dönmesine izin vermiş, İran'la Osmanlı ülkesi arasındaki ipek ticareti yasağını kaldırtmış, bu ticareti yaptıkları için mallarına el konulan tüccarların zararlarını karşılamıştı.
Halka zulmettiği tespit edilen devlet görevlileri, sert bir şekilde cezalandırılmıştı. Kaptanı Derya Cafer bey hakkındaki zorbalık soruşturması, onun idamı ile sonuçlanmıştı.
Bu dönemde, saray görevlilerinden çevreye zulmedenler ya sürüldü, ya öldürüldü. Babasının sert hükümdarlık döneminden sonra, Kanuni'nin bu tavırları, padişahlığını 'adalet' temelli bir meşruiyet üzerine oturtmuştu.
Kanuni, tahta geçtikten sonra ilk olarak, Mısır'da patlak veren Canberdi Gazali isyanıyla uğraştı. Daha sonra ilk iki seferini, Fatih döneminde alınamayan iki kilit noktaya düzenledi. 1521'de Belgrad, 1522'de Rodos ele geçirildi.

3-Doğu ve Hint siyaseti nasıldı?

I. Selim döneminde, Aanadolu için önemli bir tehdit olan Safeviler sindirilmişti. Kanuni döneminde mecbur kalınmadıkça, ya da önemli bir fırsat çıkmadıkça İran üstüne sefer düzenlenmemiştir. Bu dönemde esas hedef, Batı ile olan münasebetlerdi.
İlk İran seferine 1533'te çıkıldı, ancak iki ordu ile çıkılan Irakeyn Seferi, Maktul İbrahim Paşa'nın hatalarından dolayı, istenilen neticeyi vermemişti. Daha sonra 1548 ve 1553'te çıkılan iki İran seferi Özbekler'e ve bölgedeki diğer Sünni müslümanlara yardım etme ve Osmanlı topraklarına saldıran Safevilere cevap verme amacıyla yapılmıştı. 29 Mayıs 1555'te imzalanan Amasya Antlaşması, iki devlet arasındaki ilk resmi antlaşma idi. Bununla birlikte, Osmanlı fethettiği toprakları ilhak etmiştir, Safevilerle 40 yıl süren kötü dönemin yerini, 1578'e kadar sürecek barış dönemi almıştır.

4-Batı siyaseti nasıldı?

Kanuni döneminde doğu sınırlarının fazla tehdit almaması ve Avrupa'da gelişen şartlar nedeniyle, asıl hedef Batı olmuştur. Kanuni döneminde, Habsburg İmparatorluğu, akrabalık ilişkileriyle Avrupa'nın önemli bir kısmına sahip olmuştu. Onların önünde direnen tek güç, Fransa ve İngiltere idi. Osmanlı'nın Avrupa'daki bu mücadeleye karışması, siyasi dengenin yeniden kurulmasını sağlamıştır. Fransa ve İngiltere gibi milli monarşiler,  Habsburglar'a karşı Osmanlı'nın mücadeleye girmesiyle hayat hakkı bulabilmişlerdir.

5-İlk kapitülasyonu Kanuni mi verdi?

Kapitülasyonların ilkinin, 1535'de Fransızlara verildiğini hemen herkes bilir. 14. yüzyılın sonlarından itibaren Venedik, Ceneviz gibi Avrupalı devletlere ticari imtiyazlar verildiyse de bunlar Kanuni dönemindeki gibi çok kapsamlı değillerdi. Kanuni döneminde, bu kapitülasyonların verilmediği iddiaları da vardır. Halil İnalcık'a göre, Fransız elçisi De La Forest ile Sadrazam İbrahim Paşa arasında yapılan müzakereler sırasında, bir kapitülasyon taslağı hazırlanmıştır. Ama bu işin mimarı Makbul İbrahim Paşa'nın ölümü üzerine yürürlüğe girmemiş, taslak halinde kalmıştır. Antlaşmanın türkçe metni de ortalıkta değildir. İnalcık, ilk gerçek kapitülasyonların 15 Ekim 1569'da II. Selim tarafından Fransızlara verildiğini belirtir.

6-İki oğlunu niçin öldürttü?

Kanuni döneminin en dramatik yanı, onun ilk iki oğlunu da öldürtmüş olmasıdır. Kanuni'nin ölümünden sonra tahta kendinden olan şehzadelerin geçmesini isteyen Hürrem Sultan, padişahın büyük oğlu Mustafa'yı, Rüstem Paşa'nın yardımıyla gözden düşürür. Kanuni'yi, Mustafa'nın tahtta gözü olduğuna inandırır ve 1553'teki İran seferi sırasında Kanuni oğlunu öldürtür.
Şehzade Mustafa'nın ölümünden sonra, onun adına isyan eden 'Düzme Mustafa' isyanını bastırma görevi, Edirne muhafazasında olan Şehzade Bayezid'e verilir.Fakat onun ağır davranması, bu hadisenin onun tarafından düzenlendiği dedikodularına yol açar. Babasının ona karşı olan güveni de sarsılır. Ancak Kanuni, oğlunu affederek onu Kütahya Valiliği'ne gönderir.
1550'li yılların sonlarında, Kanuni, sefere çıkamaz olmuştur ve iyice yaşlanmıştır. Saltanatına karşı hoşnutsuzluğun artmakta olduğu bu dönemde, Kanuni'nin hayatta iki oğlu vardır: Kütahya Sancakbeyi Şehzade Bayezid ve Manisa Sancakbeyi Şehzade Selim.
Kanuni, iki şehzade arasında çekişmenin arttığını görünce, onların sancaklarını değiştirir. Selim'i Konya'ya, Bayezid'i Amasya'ya tayin eder. İsteksiz biçimde Amasya'ya gelen Bayezid, burada asker toplar ve kardeşinin üzerine yürür. Onun bu hareketi, Osmanlı devleti tarafından isyan olarak algılanır ve katline fetva verilir. Mağlup olup İran'a sığınan Şehzade Bayezid, 4 oğlu ile birlikte öldürülür.

7-Kanuni, Hürrem'e aşık mıydı?

Yavuz döneminde Ukrayna'dan esir alınıp getirilen bir Katolik papazının kızı olan Roxalanna, Topkapı Sarayı'nda güleryüzlülüğünden ötürü 'Hürrem' adını alır. Kısa sürede aklını ve cazibesini kullanarak I. Süleyman'ın gözdesi olan Hürrem, padişahın ilk eşi ve Şehzade Mustafa'nın annesi Mahidevran'ı devredışı bırakır.
Kanuni, daha önceki padişahların cariyelerle nikah yapmama geleneğini yıkarak, Hürrem ile nikah yapar. Hürrem'i padişah üzerindeki nüfusu, daha kendi döneminde, büyü yaptığı söylentilerine yol açmıştır.
Kanuni'nin Hürrem'e olan aşkı, seferlerde ona yazdığı şiirlerden ve mektuplardan açık şekilde anlaşılmaktadır.

8-Kanuni nerede, nasıl öldü?

Kanuni'nin son yıllarında Avusturya ile sınır ihtilafları ve ödemeleri gereken verginin gecikmesi sebebiyle gerginlikler yaşanmıştır. Sonunda Kanuni, ilerlemiş yaşına rağmen sefere çıkmaya karar verdi.
1 Mayıs 1566'da İstanbul'dan hareket eden Osmanlı ordusu, ağustos başlarında Sigetvar'ı kuşattı.
Padişah hastaydı ve kale bir türlü alınamıyordu. Kuşatmanın son günlerinde, padişahın hastalığı iyice arttı. Orduda söylentiler artmaktadır. 6-7 eylül gecesi 'Büyük Türk' ölür. Kale ise düşmek üzeredir. Sokollu Mehmet Paşa, durumu askerden gizleyerek son bir hücum yaptırır ve kale fethedilir. Şehzade Selim'e haber göndertirlir, ordu Selim ile Belgrad'da buluşunca, Sokollu Mehmet Paşa, hafızlara Kur'an okutarak durumu askerlere bildirir.

9- Kanuni lakabı ne zaman verildi?

Sultan Süleyman, kendi döneminin yazarları tarafından 'Muhteşem', 'Büyük Türk' gibi lakaplarla anılmıştır. Feridun Emecen'in belirlemesine göre 'Kanuni' ünvanını, 18. yüzyılda Osmanlı tarihine yönelik bir çalışma kaleme alan Dimitri Kantemir kullanmıştır. Kantemir, onun 'kanun yapıcılığı' üzerinde durmuş ve bu lakabı uygun görmüştür. Sonraki tarihçiler de, onu örnek alarak bunu sürdürmüşlerdir.

10- Bu dönem Altın Çağ mıydı?

Dünyanın her yerindei toplumların 'Altın Çağ' olarak adlandırdıkları bir dönem vardır.
17. yüzyılda Osmanlı'nın buhranlı yıllarında 'ıslahat layihası' kaleme alınır. Bu dönemde, Kanuni dönemini hep dönülmesi ve örnek alınması gereken 'Altın Çağ' olarak göstermişlerdir.
Kanuni döneminde ise, 'Fatih Dönemi' ideal çağ olarak geçer.

Erhan Afyoncu, Popüler Tarih.
2002

Türk Tarihine Ait Ermeni Kaynakları II

Yazdığı eserler ve gösterdiği faaliyetler sayesinde, XIII. asır Ermeni müellifleri içinde parlak bir mevki işgal eden Vardapet Vardan, bilhassa Cihan Tarihi adlı eseriyle gerek Ermeni edebiyatında gerek müsteşrikler nezdinde büyük bir şöhret kazanmıştır.



Hakıykaten o, bu şöhretini eserlerinde görülen olgunluk, incelik, dil güzelliği ve bilgi ile ispat etmektedir. Vardan'ı Garp ilim dünyasına ilk tanıtan Fransız âlimi Ed. Dulaurier, onu 'Ermeni edebiyatının yetiştirdiği en büyük âlimlerden ve geniş malûmatını çeşitli mevzû'lar üzerinde işletenlerden biri sıfatiyle yâni sırasıyla ilm-i kelâm mütehassısı, kitab-ı mukaddes müfessiri, dinî mevzû'lar hikâye-nüvis ve şâiri olarak vasıflan dırmıştır. Vardan, hayatı boyunca alelade bir vardapet (rahib) olarak kalmış ise de, memleket ve kilise işlerinde oynadığı rol ve siyâsî nüfuzu büyük olmuştur. Muasırı ve ders şeriki olan Gence'li Kiragos'un da anlattığına göre o, gerek ruhanî reisler gerek hıristiyan prensler nezdinde hâiz olduğu itibâr sayesinde, daima kendisine danışılan bir kimse olmuştur. Bu sebepten, Vardan, din ve kilise teşkilâtı meselelerinin halli için kurulan ruhanî meclislere iştirak etmiştir.



Filhakika Vardandın hâiz olduğu itibâr ve nüfuz, meşhur Hulâgû ile yaptığı mülakattan açıkça anlaşılmaktadır, Hulâgû, Vardan'ı nezdine davet etmiş, kendisiyle başbaşa kalarak ona derdini dökmüş ve memleketin âdilâne idare edilmesi hakkında nasihatlarını dinlemiştir. Hulâgunun ölümünden sonra da zevcesi Doğuz hatun, tevarüs mes'elesi hakkında Vardan'ın re'yine müracaatta bulunduğu gibi onun Abaka lehine ifâde ettiği fikrini kabul etmiştir.
Vardan, Kudüs'e hacca gitmesi münasebetiyle Sis şehrine uğradığı vakit, Kilikya Ermeni kralı Hetum I . ve Katolikos Kostantin I . memleket ve kilise işlerinin tanzimi hususunda kendisinden
istifâde etmek üzre onu beş sene yanlarında alıkoymuşlardır.
Vardandın, Şarka kendi eyâletine avdeti sırasında, Katolikos Kostantin, Şark eyâletleri rjhanî reislerine hitaben yazdığı tahrirâtta Vardan'dan «AHahm husûsî bir hediyesi» diye bahsederek her işte onun reyine müracaat edilmesini tavsiye etmiştir. Vardan'dan bahsetmiş olan muasır Ermeni müellifleri de onu «büyük âlim», «parlak bir zekâ», «büyük filozof», «teolog», «meşhur vâız» sıfatlarıyla zikrederler.
Vardanın doğum yeri ve tarihi ma'lûm değildir. Bununla beraber, onun Âreveîtzi (Şarklı) lakabından ve ömrünün büyük bir kısmının Uti eyaletindeki Hağbat manastırında geçirmiş olmasından, kendisinin sark eyâletlerinde ve ağleb-i ihtimâl Ağuvan ( Arran) hudutlarına yakın bir yerde doğmuş ve yaşamış olduğunu
ileri sürebiliriz.
Gence'li Kiragcs bahsinde söylediğimiz veçhile, Vardan, kendi zamanının büyük Ermeni âlimi Vardapet Vanagan'm nezdinde tahsil görmüş ve onun en parlak şakirdi olarak yetişmiştir. Mütevazı' «vardapet» rütbesi ile kiliseye ve milletine büyük hizmetlerde bulunan Vardan, adını edebiyatta şerefle yaşatan
eserleri yazdıktan sonra, 1271-2 tarihinde ölmüş ve Hağbat manastırına defnedîmiştir.
Vardanın kaleminden çıkmış dinî mevzulara aid altı eser ma'lûmumuzdur. Bunlar Ahd-i Atik kitabının bazı kısımlarına aid tefsirlerdir ki müellifin yüksek bir âlim olduğunu gösterdikten manada, onun edebî meziyetlerini de parlak bir surette tebarüz ettirmektedirler. Vardan'a atfedilen bazı küçük yazılar meyanmda

bir Coğrafya dahi vardır k i bu eser Ermenistan'ın vaziyetini ve daha ziyâde şehirlerin isimlerini gösteren bir cetvelden ibarettir. Bu küçük kitap, Saint-Maatin tarafından Fransızcaya tercüme edilmiş, Ermenice metin de 1728 senesinde İstanbul'da tab edilmiştir.

HRAND D . ANDREASYAN


Türk Târîhine Âit Ermenî Kaynakları


5. Asırda, Ermeni alfabesinin tanzimi ile ortaya çıkan Ermeni Edebiyatı, ihtiva ettiği yazılı eserleriyle şüphesiz Yakın Şark Tarihi'nin ve bilhassa Türk tarihinin orjinal kaynaklarından biridir.
O zamanın yazılı dili Kırapar ile yazılmış olan Ermenice eserler, şüphesiz ki edebiyatın bütün şubelerine temas eder. Gerek nazım gerekse nesir şeklinde yazılmış olan bu yazılar, ekseriya dini ve mezhebi tesirler içinde kaleme alınmış ise de, birçokları laik mahiyeti haizdir. Bilhassa, 12. asırdan sonra halk diline yakın bir lisanla yazılmış olan kronoloji ve tarih eserleri, şark ülkeleri, anadolu ve Suriye ile Irak tarihinin tetkiyki açısından büyük önem taşıdığı için alimlerde geniş alaka uyandırmıştır. 
Eski Ermenice yazılarının büyük bir hususiyeti de, orjinalleri kaybolmuş bazı eski Suryani metinlerinin tercümelerini ihtiva ederek, onları bir dereceye kadar hıfzetmiş olmasıdır. Cihanşümul bir şöhreti haiz Khoren'li Moses, kendi eserinde 2. asırda yaşamış Mar Abas Catina ve Bardezane'den bahsettikten başka bu iki Süryani aliminin eserlerinden birçok fıkralar tercüme etmiştir. 19. asra kadar meçhul kalmış bu iki müellif, bu sayede Avrupalı alimler nezdinde büyük alakalar uyandırmışlar tetkiyklere mevzu olmuşlardır. Bunlardan başka, diğer bir Suriyeli müellif olan Urfalı Leroubna da Khoren'li Moses tarafından zikredilmiştir. Bilahire, bu müellifin eserinin Ermenice bir nüshası bulunmuştur. 

Hrand D. Andreasyan